TÜRKİYE CANIM FEDA

HTML KOD


   
  Niyazi TOKER (Meclis Üyesi)
  Türk basınından
 

     "Yes, be annem!"
     ya da Kuzey Kıbrıs'ta Kurtulmak






      Annan planı üzerine aylar süren diplomatik görüşmeler, "medyatik" propagandalar, kitlesel gövde gösterileri, "ver-kurtul" söylemleri, "yavru-ana vatan" edebiyatları ve M. Ali Birand'ın "Kıbrıs Türkleri'nin AB'ye girişine" kaç gün kaldığını gösteren geri sayımı ile 24 Nisan günü Kıbrıs referandumu nihayet yapıldı. Ve "Kuzey"in "kuvvetli evet"ine karşılık olarak, "Güney"in "kuvvetli hayır"ıyla, Annan planı askıda kaldı.
      Karen Fogg'un "uyuyan güzeli" M. Ali Birand'ın orkestra şefliğinde yürütülen "medya" propagandalarına göre, Annan planı sayesinde "Kıbrıslıtürkler"i[1*] 1 Mayıs günü AB' ye girerek kendilerini kurtarırken, aynı zamanda Aralık ayında AB tarafından Türkiye'ye "ortaklık görüşmeleri" için tarih verilmesiyle, "Türkiye Türkleri" de kendilerini kurtaracaklardı. 24 Nisan günü yapılan referandumdan "beklenen" sonuç ortaya çıkmayıp, "Kıbrıslıtürk"ler kapağı AB'ye atarak kendilerini kurtaramayınca, herşey yeniden kendi haline terk edildi.
      Bu öylesine bir kendi haline terk edilişti ki, M. Ali Birand, aylarca geri sayım yapanın kendisi olduğunu unutarak, "Kıbrıs konusuna takılıp kaldık. Oysa Türkiye'nin önündeki gelişme, AB ile müzakerelerin başlayıp başlamaması"[2*] diyerek "Kıbrıslıtürkler"i AB kapısının önüne terk edilmiş çocuk gibi bırakmakta bir an bile tereddüt etmedi.
      Böylece "Kıbrıs Türkleri"nin AB'ye kapağı atarak "kurtuluş" umutları bir başka bahara kalırken, "yes be annem"ci "Kıbrıslıtürkler" yeniden iç dünyalarına geri döndüler.
      Artık "Yes be annem"cilerin "kurtuluş" umutları içselleşirken, "kurtuluş" Kıbrıs'ta aranmaya başlandı. Böylece "Kıbrıslıtürkler", "kurtuluş"larını Kıbrıs'ta (Kuzey Kıbrıs'ta) aramaya başlamalarıyla birlikte, "medya"nın popüler sözüyle, "siyaset sahnesi" de "ısınmaya" başladı.
      AB'ye girerek kurtulanamayınca Kıbrıs'ta kurtulmaya yönelişin ilk sonucu ise, "ver-kurtul"cuların Kuzey Kıbrıs başbakanı M. Ali Talat'ın başbakanlık koltuğunun rahatlığını görmesi olmuştur.
      Yarım milyar dolarlık Türkiye yardımı ve geleceği varsayılan iki yüz milyon euro'luk AB fonlarıyla toplam bir milyar dolarlık bir kaynağın üzerinde oturduğunu düşünen M. Ali Talat, "Kıbrıs Türkiye'nin metresi" sözlerini unutarak, başbakanlık koltuğuna dört elle sarılmıştır.
      M. Ali Talat başbakanlık koltuğuna sarılırken, "AB ve çözüm" yandaşları arasında ayrışmalar ve saflaşmalar da başlamıştır.
      İlk ayrışma "oğul Denktaş'ın partisi" olarak "özürlü" gösterilmeye çalışılan DP'den iki milletvekilinin istifasıyla başlamış ve M. Ali Talat'ın CTP'sinden Doç. Dr. Nuri Çevikel'in istifasıyla devam etmiştir.
      KKTC Göçmenler Derneği başkanı ve Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Nuri Çevikel, referandum öncesinde "metres" tarafından "Türkiyeli göçmenler"in "evet" oyları için CTP'ye transfer edilmiş bir kişi olarak görevini yerine getirmiştir. Doğal olarak görevini yerine getiren her hizmetçi gibi, Nuri Çevikel de ücretini talep etmiştir. Ama M. Ali Talat, ücreti (Doğu Akdeniz Üniversitesi yönetimi) ödemeye yanaşmayınca, Nuri Çevikel, "kabine oluşturulurken ve bürokrat atamalarında Türkiye kökenlilere yer verilmediğini, CTP'nin UBP'ye benzediğini, mecliste nisap sağlayıcı gibi çalıştırıldığını, TC kökenlilere karşı büyük bir yalan propaganda yapıldığını" söyleyerek CTP'den ayrıldı.
      Bu gelişmeler sonucunda Kuzey Kıbrıs meclisindeki sandalye dağılımı şöyle olmuştur: CTP 18, UBP 18, DP 5, BDH 4, TKP 1, BKP 1, bağımsızlar 3. Dolayısıyla CTP-DP hükümeti 50 kişilik mecliste 23 sandalye ile azınlık hükümeti durumuna düşmüştür.
      Bu koşullarda "erken seçimin alternatiflerinden biri olduğunu" ama "Kıbrıs konusunda dış ülkelere yönelik başlatılan diplomasi atağının meyvelerini vermeye başlayacağı bir zamanda istifa etmesinin doğru bir davranış olmayacağını" söyleyen M. Ali Talat, UBP başkanı Eroğlu'nun "istifa" çağrısı karşısında da şöyle konuşmaya başlamıştır:
      "Buyurur isterse güvensizlik önergesini verir ve hükümeti düşürür. O zaman dediği olur, istifa ederiz. Ama aksi halde halkımızın büyük beklentilerinin olduğu bir dönemde ve halkın %65'inin duygu, düşünce ve iradesini temsil ettiğimiz bir dönemde bu hükümetin istifası hiç doğru bir davranış olmaz diye düşünüyorum."

      M. Ali Talat'ın Süleyman Demirel'in ünlü "226'yı bulun düşürün" deyişini anımsatan bu sözleri, Annan planı ile AB'ye girerek "kurtuluş" arayanların şimdi "kurtuluş"u Kıbrıs'ta arayışlarının açık ifadeleri olmaktadır.
      Ancak M. Ali Talat'ın S. Demirel'le benzerliği bununla da sınırlı değildir. 19 Mayıs günü söylediği şu sözler Demirel'den çok şey öğrendiğini göstermektedir:
      "Referandum sonuçlarına göre halkın yüzde 65'i çözüm yanlısı. Meclis ise şu anda 50-50. Bu Meclis halkı yansıtmıyor. Bu nedenle transfere karşı olamam, artık transfer meşru olur."

      "Ver-kurtul"cuların Kıbrıs şubesinin Kuzey Kıbrıs'ta "kurtuluş" arayışı, AB için yoketmeyi göze aldıkları KKTC'nin devlet olanaklarının yeni paylaşımına yol açmıştır. M. Ali Talat'ın ifadesiyle "metres"ler, Türkiye'nin verdiği "metreslik parası"nı kendi arasında paylaşma savaşına girmiştir.
      Nuri Çevikel, bu paylaşım savaşının örneklerini şöyle sıralamaktadır:
      "1- İnsanları, Kalkınma Bankası'ndan kredi verme vaadi ile CTP'ye üye yapmaya çalışmak.
      2- Gizli istihdamlar yapılıyor. Gazimağusa Belediyesi'ne münhalsiz 6 kişi alındı.
      3- İlk Meclis Komitesine gelen tasarı Sağlık Bakanlığı'nda emekliliği yaklaşan 3 personelin daha çok ikramiye almasına yönelikti.
      4- Bazı militan milletvekilleri dosyalarla bakanların yanına gidip tayinlere, terfilere karar veriyorlardı."

      "Kurtuluş"un ve de "statüko"nun yıkılmasının Annan planı ve bu yolla AB'ye kapağı atarak gerçekleşeceğini umanların yeni "statüko"larının eskisinden farksız oluşunda şaşırtıcı hiçbir yan yoktur. Politika siyasal yönetim demektir. TDK sözlüğünde ifade edildiği anlamıyla, politika, "devlet işlerini yürütme ve düzenleme sanatı"dır. Orhan Hançerlioğlu'nun Felsefe Ansiklopedisi'nde ise politika (siyasa) şöyle tanımlanır: "sınıflı toplumlarda sınıfsal çıkarları devlet aracılığıyla gerçekleştirme çabası".
      Hangi biçimde tanımlanırsa tanımlansın, politika, her koşulda toplumsal sınıf ve tabakaların çıkarlarının devlet olanaklarıyla (askeri, ekonomik, kültürel, eğitsel vb.) gerçekleştirilmesidir.
      Devlet bir kamu gücü olarak, ekonomiden kültüre kadar toplumsal yaşamın her alanında düzenleyici, değiştirici bir yaptırım gücüdür. Bu yaptırım gücü devletin zor aygıtı olması ile özdeşleşir. Devletin yaptırım gücü, yasalarla ve bu yasaların uygulanmasıyla ilgili kurumlarla (polis, mahkemeler ve cezaevleri vb.) iş görür. Bu da, aynı zamanda devlet işlerinin yürütülmesiyle ilgili bir dizi görevlinin iş olanağı demektir. Bu yönüyle devlet, kamu sektörünü oluşturur ve kamu görevlilerinden meydana gelir.
      Bugün Kıbrıs'ta kurtulmaya yönelen "Kıbrıslıtürk" için bu kamu gücünün olanakları, dünün "statükocular"ı gibi kendileri için de yeni iş ve gelir kaynağıdır. Dün "statükocular"ın denetiminde olan kamu gücü karşısında "sivil toplum kuruluşları"nın güçlendirilmesi yanlısı olanlar, bugün kamu gücünü kullanabilecek duruma geldiklerinde, "sivil toplum kuruluşları"na devredilmesini talep ettikleri tüm işlevleri bu kamu gücüyle yerine getirmeye yönelmişlerdir. Böylece eski "statüko" yerini yeni "statüko"ya bırakırken, "sivil toplum" da yerini geleneksel kamu gücüne (Gramsici ayrımla ifade edersek "politik toplum"a) terk etmek durumundadır.
      Kuzey Kıbrıs'ta aylardır propagandası yapılan "değişim", "gelenin gideni arattığı", yenilerin eskiler gibi davrandığı politik "değişim"den başka birşey olmamıştır. Kendi sloganlarıyla ifade etmek gerekirse, "yes be annem"ciler "yes be babam"cılara dönüşerek "değişim"i gerçekleştirmektedirler. Bir başka deyişle, "sivil toplum"un ("anne") şefkatli kollarından "devlet baba"nın müşfik kollarına atlamışlardır.
      AB'ye girerek gerçekleşmesi beklenen "kurtuluş"un, Kuzey Kıbrıs devletinin olanaklarının yeniden paylaşımıyla gerçekleştirilmesine yönelinmesi, aynı zamanda, mevcut düzen sınırları içinde yürütülen politik mücadele ile devrimci mücadelenin temelden karşıtlığını gözler önüne serici niteliktedir.
      Mevcut düzen sınırları içinde yürütülen politik mücadelelerin tüm amacı, hazır devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla sınırlıdır. "Her gerçek halk devriminin ilk koşulu" ise devlet makinesinin yıkılması ve devletin yeniden-örgütlenmesidir. Ve bu, "tüm anlam ve tüm değerlerini, ancak 'mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesi'nin gerçekleşmesine ya da hazırlanmasına bağlandıkları zaman, yani üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin sosyalist mülkiyet durumuna dönüşmesiyle kazanır".[3*]
      Kuzey Kıbrıs'ın "hazır devlet makinesi", dün Rauf Denktaş'la simgelenen "statükocular"ın elindeyken, bugün "statükocular" ile "AB ve değişim" yanlılarının koalisyonunun eline geçmiştir. Dolayısıyla tüm yapılan bu "hazır devlet makinesi"nın bu koalisyon ortaklarının çıkarlarına uygun olarak kullanılmasından ibarettir.
      Yine de Kuzey Kıbrıs'ta kurtulma arayışı bunlarla sınırlı değildir. Off-shore bankacılığı ile "Casino" ekonomisinin dünya ekonomik bunalımıyla birlikte giderek güçsüzleşmesi, AB'nin tarım sübvansiyonları ile İspanya'nın narenciye üretiminde büyük üretici olarak Avrupa pazarlarında yer alışı, Kuzey Kıbrıs'ın ve Kuzey Kıbrıslıların tüm "kurtuluş"unu, Türkiye'den alınan "devlet yardımı" ile hizmetler sektöründe bir iş bulmaya indirgemiştir. "Yes be annem"ci gençliğin cebine koyacağı "AB pasaportu" ile Avrupa'da hizmetler sektöründe iş bulma umuduyla çıkacağı Avrupa seferi bir başka bahara kalırken, yetişkin "Kıbrıslıtürk" için devletin istihdam ve kredi olanakları ile İngilizlerin Kuzey'de toprak satın almaları tek "kurtuluş" olanağı olarak ortaya çıkmıştır.
      Bugün Kuzey Kıbrıs'ta yeni "statüko"nun tüm sorunu, CTP-DP koalisyon hükümetinin mecliste azınlığa düşmesiyle ortaya çıkan belirsizliktir. M. Ali Talat erken seçimi bir "seçenek" olarak gördüğünü ilan ederken, 14 Aralık seçimlerinde elde ettiği "başarıyı" yineleyememe korkusu içindedir. Bu korkunun gerçekliği ise, tüm Kuzey Kıbrıslıların "kurtuluş"un yeniden ve bir kez daha Kuzey Kıbrıs'ta olduğunu düşünmeye başlamalarıdır. Bu koşullarda, "AB ve değişim" yanlıların saflarına katılan Kuzey Kıbrıs'ın ünlü dolandırıcısı Asil Nadir'den, Güney Kıbrıs'ın "casino"cularıyla ortaklık yapma düşleri içinde aynı saflarda yer alan Kuzey'in "casino"cularına kadar tüm çıkar gruplarının yeniden "iç politikaya" yönelecekleri kesindir.
      Bu süreç, Kuzey Kıbrıs'taki devlet olanaklarının yeniden dağılımı ve bu dağılıma bağlı olarak yeni "statüko"nun kalıcılaştırılması sürecidir. Bu sürecin geçmişten tek farkı, AKP iktidarıyla birlikte Kuzey Kıbrıs'ta "islamcı sermaye"nin devreye girmesidir.[4*]
      "İslamcı sermaye"nin Kuzey Kıbrıs'a ilgisinin odak noktası ise, DAÜ (Doğu Akdeniz Üniversitesi), "faizsiz bankacılık" ve gıda pazarıdır. Amaç, DAÜ'nin yönetimini ele geçirerek "ılımlı islam üniversitesi" sahibi olmak, off-shore bankacılığının boşalan yerini "faizsiz bankacılık"la doldurmak ve "islamcı" gıda sektörüne yeni pazar yaratmaktır.
      Şüphesiz bu "ılımlı islam projesi"nde DAÜ belirleyici yere sahiptir. Son yıllarda şeriatçı kesimin Avusturya üniversitelerine olan yönelimi DAÜ'ye kaymıştır. Şeriatçı kesim çocuklarını DAÜ'ye göndermeye başlamışlardır. Bir dönem MHP'nin "arpalığı" yapılmaya çalışılan DAÜ, şimdi şeriatçıların "üniversite diploması dağıtım merkezi" haline getirilmeye çalışılmaktadır.
      "İslamcı sermaye"nin "faizsiz bankacılık" ve gıda sektörünün "vizyonu" ise Kuzey'in sınırlarını aşmaktadır. Güney Kıbrıs'ta önemli parasal yatırıma sahip olan Arap "turist" için yeni yatırım alanı açmak ve Güney'in turizm sektörüne "lojistik" sağlamak bu "vizyon" sahiplerinin iştahlarını kamçılamaktadır. Doğal olarak böyle bir "vizyon"la "misyon"u yerine getirebilmek için Kuzey Kıbrıs'ın varlığı ve Türk-Yunan ilişkilerinin "iklimi" önemli bir yere sahiptir. Tayyip Erdoğan'ın "vücut diplomasisi" ve hükümet gücü ile bu yönde gelişme sağlanması "islamcı sermaye"nin en büyük beklentisidir.
      Böylece AB'de aranan "kurtuluş"tan Kuzey Kıbrıs'ta "kurtuluş"a yönelindiği bir dönemde siyaset sahnesinde yeni "statüko"nun "aktörleri" de belirginleşmeye başlamıştır.
      Dünkü "statüko", "TC partileri" ve Denktaş-Eroğlu "işbirlikçileri" tarafından oluşturulurken, bugünün "statüko"su "kıbrıslıtürk"ün "solcu" partileri (CTP, BDH ve TKP) ile "ılımlı islamcı" "TC hükümeti" tarafından oluşturulmaya çalışılmaktadır. "Casino"cular, narenciye üreticileri, off-shore bankacılıktan nemalananlar, kamu sektöründe istihdam edilenler ve "üniversite turizmi" gelirleriyle beslenenlerin bu yeni oluşan "statüko"da nasıl yer alacaklarını ise Kuzey Kıbrıs'ın iç çelişkileri belirleyecektir.
      Ancak Kuzey Kıbrıs'ta "kurtulmak" bu kadar kolay değildir. Olayın bir de uluslararası boyutu vardır.
      Bu boyut kimilerince "KKTC'nin tanınması" olarak, kimilerince "yaptırımların kaldırılması" olarak tanımlanan bir "kurtuluş" olarak görülmektedir. "Almadan vermek Allah'a mahsus" olduğu için, Kuzey Kıbrıs'ta "kurtuluş"a yönelenler için vermeden almak tek amaç durumundadır. Onlar, bir yandan Türkiye'den her yıl alınan "metres" parasını almaya devam edeceklerini, öte yandan AB'den gelecek paraların hayalini kurarken, ABD'nin verdiği "sıcak mesajlar"la daha da umutlanmaktadırlar. AB'ye girmeleri için bu kadar çok çaba sarfeden ABD mutlaka bir şeyler yapacaktır onlar için.
      Bugün için ABD'nin Kuzey Kıbrıslılar için "ne yapacağı" belirsizdir.
      Suriye'nin batıdan kuşatılması için, özellikle de Suriye'ye yönelik yeni yaptırımların "etkin biçimde" yürütülebilinmesi için Kıbrıs (bir bütün olarak) belirleyici konumdadır. Suriye'nin denizden ablukaya alınması için Kıbrıs'ın doğu kesimindeki limanların kullanım kolaylığı ABD'nin kısa vadeli amaçlarıyla örtüşmektedir. Bunun için Kıbrıs'ın bölünmüşlüğünün ya da birleşik olmasının önemi yoktur. Önemli olan tek şey, Kuzey Kıbrıs'taki Türk askerinin varlığı ve Güney Kıbrıs'ın rum yönetiminin buna karşı oluşudur. Adadaki Türk askeri varlığının sona erdirilmesi, Kuzey Kıbrıs'taki referandumdan çıkan "kuvvetli evet"le de desteklendiği için, sorunun "çözümü" Adadaki Türk askeri varlığının sona erdirilmesine odaklanmıştır.
      Güney'in Türk askeri varlığından ve Türkiye'nin garantörlüğünden duyduğu "korku"su ile Kuzey'in bunu destekleyen %64,9'luk "kuvvetli evet"i karşısında, Türkiye devletinin "kırmızı çizgileri" bulunmaktadır. Bu durumda "her iki tarafı da memnun edecek" bir "kazı-kazan" çözümü için ABD devreye girmek durumundadır.
      ABD tarafından önerilen "çözüm", Türk askerinin kademeli olarak (Annan planında tanımlandığı gibi) adadan çekilmesi ve yerine ("kıbrıslıtürklerin ve rumların güvenliği için") ABD "barış gücünün" yerleştirilmesidir. Bu "çözüm" girişimi, Türkiye'den ABD' nin yeni üs taleplerinin olduğuna ilişkin bilgilerin "medya"ya sızdırılmasıyla birlikte yürütülmektedir. Diğer yandan Türkiye devletinin, Kuzey Akdeniz'i "Kıbrıs devleti"nin denetimi altına veren Annan planı karşısında bölgenin ABD tarafından denetim altına alınmasını tercih edeceği de açıktır. Böylece Kuzey Kıbrıs'ta çekilecek olan Türk askerlerinin yerine ABD askerlerinin yerleştirilmesine ilişkin "çözüm"ün Türkiye tarafı büyük ölçüde çözülebilir görünmektedir. "Çözüm"ün engeli ise, sadece Güney rum yönetiminin Birleşmiş Milletler çerçevesinde bir askeri değişimden yana oluşudur. Burada da Rusya devreye girmektedir.
      Sonuç olarak Kuzey Kıbrıs'ta aranan "kurtuluş", bir yandan "islamcı sermaye" ve şeriatçılıkla, diğer yandan Amerikan emperyalizminin askeri üssü haline gelişle kesişmektedir. Annan planına "kuvvetli evet" diyenlerin geleceği bunlarla belirlenmektedir. İşte o zaman "yes be annem!"in yerini "yandım anam!" aldığında "kuvvetli evet" propagandasının ne anlama geldiği görülecektir. Tabii iş işten geçtikten sonra! 



 

ARAPLARIN GİZLİ TÜRK DÜŞMANLIĞI

Hiç şüphesiz Milletler kendi tarihlerine ve kültür yapısına bakarak
kendini yüceltme peşine düşer ve başka milletlerin içinde sivrilmek
ve öne geçmek için çalışır gayret ederler. Bu da çok normal ve
olması gerekendir.Oysa Osmanlı boyunduruğu altında asırlardır kalmış
Araplar, özellikle Avrupalıların kışkırtması sonucu edindikleri Arap
Milliyetçiliği ile Türkleri sırtından hançerlemişler iki yüzlü
Avrupalılar ile bir olmakda beis duymamışlardır.
Kaldı ki Arapların gizli Türk düşmanlığı sadece Osmanlıya
Avrupalılar eliyle ihanet etmelerinden kaynaklanmıyor. Arapların
Türkler hakkında aslı olmayan yalan bir çok hadis uydurarak küçük
gördüğüne ve bunu fırsat buldukça dile getirdiğine şahit oluyoruz.
Zaten müslüman olan ve şerefiyle İslamın sancağını taşımış olan Türk
Milletine bu kin neden?
Avrupalının sistemli olarak Türkleri Arapların gözünde düşürme planı
tutmuş,o mezhep bağlılıkları derin olan Araplar zaten temellerinde
kaynaklanan Türk düşmanlığını neredeyse ırkçılık boyutuna
getirmişlerdir.
Araplar bununlada kalmamış Osmanlının hoşgörüsüne ve müslüman
kardeşlik bağlarına sığınarak Anadolu topraklarında eğitim adiyle
söz sahibi olmuşlardır.
Araplar Saf Anadolu evladının dini inançlarını tam anlamıyla
sömürmüşler ve bir çok konuyu peygamber sünneti diye ibadet gibi
Türk Milletine yutturmuşlardır.Arapların dinsel bu kisveleri,
maalesef Türk Milletinin içinde sanki Türkün bir örf ve ananeleri
gibi algılanır hale gelmişdir.
Sonuçda peygamber sünneti diyerek adeta Araplar, tereyağından kıl
çekercesine " İslamin şartı" edebiyatı ile bu Milleti uyutarak
Araplaştırma politikası uygulanmışdır.
Maalesef bir çok Osmanlı paşa ve sadrazamlarıda buna adeta zemin
hazırlamışdır. Kaldı ki İslamın şartlarına ve peygamber efendimizin sünnetlerine hiç bir aklı başında insan karşı çıkmaz.
İktidarı ve gücü elinde bulunduran Osmanlı sırf dini inançlar
bağlamında insiyatifi Araplara terk etmişdir.Osmanlı düşüncesinde
Milli kavram bilincide olmadığından Araplar Anadolu diyarlarında
istedikleri gibi her alanda firsat bulabilmişlerdir.
Böylece benim saf Anadolu insanım Arabın örf ve adetlerini
dinselleştirerek maalesef kültür edinmişdir.
Elbetde Müslüman Türk için Kur-an'daki her Allah kelamı bizleri bağlayan
terk gerçekdir. Maalesef Arapların bağnaz olan ve hatdı-
zatında Kur-an'da bile yer almayan sarık, cüppe, sakal,gibi,
kadınları hakir görme gibi alışkanlıkları Türk Milletine
öğretmişler ve iyi oldugu kadar sapkın ve sapık bir çok tarikatların
üremesinede Anadolu topraklarında zemin hazırlamışlardır.
Tabi bütün bunların altında yatan gerçek Arapların arap olmayan
Milletleri din adına Araplaştırma planları yatmaktadır.Bu gün
Türkiyede bir çok cematlerin bu örf ve adetlere, Araplardan bile
daha şiddetli savunduklarına şahit oluyoruz.
Bu hadise ise bize Arap Milliyetçilerinin ne kadar başarılı
olduğunu hatırlatıyor.Şahsen bir Anadolu evladı olarak beni en çok
üzen şey Kur-an'da bile geçmeyen binlerce palavrayı sistemli bir
şekilde ciltler dolusu eser haline getirerek ve bağnaz
düşüncelerini Türk Milletine nasıl din diye yutturduklarını
kabullenemiyor ve kahroluyorum.
Bu gün ise hala geçmişden tohumları atılmış bu bağnaz fikirlerden
bir takım Anadolu insanımın peşinde koşmasıdır ki bunların siyaset
meydanlarına inerek adeta meydan okuduklarınada şahit oluyoruz.
İnanın! Anadoluda bir çok hurafelere bel bağlayan insanların
edindiği bu alışkanlıkların mussebibi Arapdan başkası değildir.
Tabi uzun yıllar bu Milletin anlaması için Kur-an'ı Türkçeye
çevirmessen, ve sözüm ona dinide bir takım ne olduğu malum olan
kesime havale edersen,dini inançda Arapların ve Arap hayranı
dalkavukların tekelinde kalır ki özündeki seni sen eden bağlardanda
bu vesile ile kopmuş olursun.
Bana göre mezhepci yaklaşım anlayışı bir Arap
Milliyetçiliğidir.Kuran'ın hiç bir yerinde ibadetler Arapca
yapılmalıdır diye bir ayet olmazken Arap Milliyetçileri bu konuda da
bağnazlıklarını konuşturmuş, yıllarca bu saf Anadolu insanına
Arapçanın bir cennet lisanı olduğuna inandırmışlardır.
Hiç şüphesiz Kur-an bir Allah kelamıdır. Ve Kur-an'da geçen her hükme
boyun büker itaad ederiz. Fakat tahammül edemediğim şey Türke
ezelden gizli kin besleyen arabın safsata dolu bağnazlıklarının yanı
sıra Türkleri aşağılayan hadisler uydurmuş olmalarıdır.
Kaldı ki Arap'ların Kur-an gönderilmeden önceki bağnaz ve pis
alışkanlıklarını bu gün dahi koruduklarına ve iflah olmaz
medeniyetsiz çelişkilerini Anadolu Türk evladı üzerinde uygulamış
olduklarını görüyor ve kahroluyorum. Arab'ın bu bağnaz fikirleri
kabullenemeyeceğimiz bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Araplar sadece geçmişde İngilizlerin oyununa alet olmakla kalmamış
Filistinde Trablusgarp'da ve bir çok muhtelif Arap beldelerinde
Türkü sırtından hançerlemişdir.
Osmanlının elinde bulundurduğu hilafeti bile zaman zaman kabul
etmeyen Arap şeyhleri isyanlarını dillendirmekden geri kalmamışlardır.
Arabın Türk düşmanlığında neler yok ki. .
( Dünyada dört yer cehennem diyarıdır: İstanbul Antakya Tabarriye ve Sana )
Tabii bu arada bu yalan hadisde İstanbul adı geçince bir anım geldi
aklıma. Sizlerle paylaşmak istiyorum.1988 yılı bir görev icabı
bulunduğum "Cezayir Annaba" da bir Arap üniversite genci ile
tanışmışdım.
Yeşil gözlü kıvırcık saçlı bu delikanlı bizi evine davet
etmişdi.Özellikle göstermek istediği bir şeyden sürekli
bahsettiğinden davetini kabul edip üç arkadaş evine misafir
olmuşduk.Halinden belli ki bizimle samimi bir dostluk kurmak isteyen
kişinin evine vardığımızda hakikaten bizi hayretler içine düşürecek
salonun köşelerine asılmış resimleri görecektik.
Bir köşede yeşil üç hilal sancağı asılı idi.
Bir köşede ise "Barbaros Hayrettin Paşa"nın gemi üstünde çizilmiş
portresi vardı.İlk etab'da gözlerimize hoş gelen ve duygularımızı
kabartan bu durumun gerçek hali ise hiçde iç açıcı değildi.
Osmanlının bir dönem hilafeti elinde bulundurması hasebiyle
beyliğini ve Müslüman kardeşliğini göstermek için, o dönemlerde
Akdeniz de cirit atan İspanyol ve Portekiz korsan gemilerini
engellemek adına, "Tunusun Gabes" gölüne kış'ları gemileri konaklatır
bakıma alır, sonra yaz'a dogru İspanyol ve Portekiz korsan
gemilerine saldırarak korsan gemilerin hegemonyasına son verirdi.
Tabi bu durum o geçmiş çağlarda Arap Milletinin aklında bir yer
ettiğinden kendilerinden pay çıkararak övünmelerine neden
oluyordu.Üniversiteli gence o yeşil üç hilal sancağının sırrını
sorduğumuzda ise aldığımız cevap daha ilginçdi.Gencin söylediğine
göre o yeşil üç hilal sancak ise Cezayirde bulunan üç büyük
seyh'liği simgeliyordu.
Gülermisin ağlarmısın?
Sohbetin ileriki dakikalarında ise genç ağzındaki baklayı iyiden
iyiye çıkararak İstanbulun henüz Müslüman bir komutan tarafından
feth edilmediğini bir gün bunu muhakkak bir Arap komutan sayesinde
gerçekleştirecek olmalarından bahsetti. "Bu neden Mehdi olmasın?"
diyerek kafasındaki çelişkiye bizide inandırmak ister hali vardı..
Bu gün bir çok Arap ülkelerinin kütüphaneleri Türk düşmanlığı olan
ve Türk'e hakaret içeren kitaplar ile dolu.Biz Türkler ise tarihler
boyu samimi duygularımızın kurbanı olmuş ve Müslüman Müslümanın
kardeşidir denen hakiki hadise bel baglayarak Araplara karşı hep
kucağımızı açmışız.
Ve bazende sözüm ona bilmem ne ilahiyet fakültesi bitirmiş Türk
aydınlarının bile dillerine doladığı şu hadisde çok ilginçdir. Bir
önceki makalemde Ülkücü gençlik içinde Nurculara sempati
beslendiğinden bahsetmişdim. İşde onlardan biride bu gün Milyonları
peşinde sürükleyen Said-i Kürdi'nin sımsıkı hadis diye sarıldığı ve
bu Millete reva gördüğü yalan hadis.
( Sizlere ilişmedikce sizde Türklere ilişmeyiniz.Çünkü severlerse
sizi soyarlar.Sevmezlerse öldürürler.)
Buyurun işde,... asırlarca Arap ve Yahudi uşaklarının yani iki amca
cocuklarının anlaşmazlıkları bile Türke maal ediliyor ya, o çok
komik. Bir başka hadisde ise tam anlamı ile Arap Milliyetçiliğinin
ırkçılığa nasıl dönüşdüğüne şahit oluyoruz.
( Ey Arap kendinle olanla saf kur. Türkden ve zenciden eş edinme )
Ne güvenirliği nede inandırıcılığı olan bu tür safsatalara hadis
diye sarılan, Arap ümmedciliği peşinde koşan gözü dönmüş irticanın
ve yobazın maalesef Ülkücü hareketin içine kadar girdiğine ve Türkün
son kalesi olan bu duvarı yıkmak için var güçleriyle
uğraştıklarınada şahit oluyoruz.
Zalime gaddar mazluma vefakar olmuş, asırlardır tabiri yerinde ise
Allahın kılıcını sallamış bu yüce Milleti sadece sinsi Avrupa degil
Müslüman kardeşlerimiz olan Araplarda sevmez ve kuyusunu kazarmış.
Avrupalıların Türke biçtikleri her kefeni onlara giydirmesini
bilmişiz ama Arap lara karşı ise tam anlamı ile Arapların eştikleri
kuyularda hep birbirimizi boğmuşuz.
Nedeni açık olan tek şey Arabın pis kültürünü ve sapkın
alışkanlıklarını kültür edinmiş olmamızdandır.Buna çanak tutan
softa yobazlar ise pusuya yatmış firsat bekliyor.
Ne Avrupa ne Pkk,... en büyük düşman yüce Türk Milletinin beyinlerine
döşenen mayınlardan farksız olan ve Arabın adına din diye yutturdukları
ırkçılığıdır.
Türkü özünden en çok koparanda bir tabu gibi alışkanlık olmuş olan
Arap kültürüdür.
Arap bununlada kalmamış dünyanın kıyamet alametlerine Türkü'de alet
ederek, Türk'e olan hıncını yalan hadislere bile taşımışdır.
( Küçük gözlü, kırmızı yüzlü suratları kalın dereden olan Türkler
( Yecüc Mecüc'e ) karşı savaşlar yapılmadıkca kıyamet kopmayacaktır.)
Asırlardır mertliğiyle övündüğümüz atalarımız maalesef içinden
pazarlıklı olmadığından yada kendini övünmeyi ahlaksızlık telaki
ettiğinden olsa gerek, birde iyi niyet ve samimiyetide eklenince
kimler suistimal etmemiş Türkü.
Asırlardır hiç bir işe yaramayan cahil Arabın bile oyuncağı olmuş bu
güzelim Millet.
Günümüz Türkiyesinde hala Arabı ve Arapçayı kutsal kabul eden
çarpık zihniyet var oldukça işimiz çok zordur. Kaldı ki Cezayirde
bir üniversite öğrencisinin sözleri, yada bilmem kaç Arap ülkesinin
kütüphanesinde bulunan Türk düşmanlığı yapan kitapların inanın hiç o
kadar önemi yoktur.
İçimizde'ki arap severlerin adeta Türkü ve Türk töresini peşkeş
çekmesi engellenmedikce biz daha çok özümüzden koparılacağa benzeriz.
Kaldi ki İslamın özünü yaşamış,ve onu hak ettigi şekilde taşımış
olan bu Milletdir. Bize kalan şey ise ne Arabın nede bir başkasının
kültürüne sahip çıkmak değil öze dönmektir.
Öze dönmedeki kastımız Türk gibi yaşamak, ve hakiki kitap Kur-an
sözünden başka hiç bir diretmeyi kabul etmemektir.
Selam ve sevgiyle.
Kaanhan Kurultay.

 

 

EkleBunu Sosyal Paylaşım Butonu 
Tek gönderi gösteriliyor.
Gönderi 1
Phyxius yazdı16 Eylül 2008, 03:33'da
HANS AİBERG'İN E-MAİL YAZILARIYLA SİYONİZMİN SİNSİ PLANI ve FETHULLAH GÜLEN'İN GERÇEK YÜZÜ:


Herzl deklare etti ve protokol olarak yemin edildi:



Arzı Mev’ud 7 ülke üzerinde Nil-Fırat arasında, Toros yayı ve bunun
kuzey doğusu olan “MURAT havzası=Aczmendi” ile güneyde Akabe ile
Basra hattı boyunca ÇİZİLMİŞTİR.
Bundan dönmenin HİÇBİR MÜMKÜNÜ YOKTUR. Bu yemindir ve sonuna kadar
ilerletilecektir.

Aynı yeminli protokolde, Türklerin ve Arapların bu havzadan
çıkarılmaları ve sadece “GOYİM” tabiatlı (Öküz de demektir)
Kürtlerin Yahudi ırkının ayak işlerini yapmaları için “Yudaik-
Kürdo” müstemlekesi kurulmasına imza atıldı. Bu protokol
ayrıca “Zero-n” denen gelecekteki torunlarına da YEMİNLİ olarak
iletildi.

Oynanan satrançta, Türk hakanlığının içinde bu unsur korundu.
Wilson’a göre bu unsur “Pontus+Ermenistan+Kürdistan” üçlüsü bir
federe devlet olmalıydı.


İnönü zaten bu planın bir Masonik parçasıydı ve “ABD
mandasını/mandate” HEMEN isteyiverdi. Yani Atatürk de aynı kafadan
olsaydı, bugün Doğu Karadeniz ile Van gölünü tamamen içine alan,
Ermenistan ile birleşik bir ERMENİ dominant, teba olarak da KÜRT
halklarını içeren bir ülke oluşturulacaktı.


Herzl, Ermeni unsurunu istemediğini baştan belli ettiği için,
Wilsan’un Ermeni devleti oluşmadı ve Sevres’de kurulmak
istenen “Kürdistan” da Kazım Karabekir ve Maraş, Urfa, Anteb
milislerince engellendi.


Misakı Milli içinde yer alan “Musul-Kerkük-Erbil-Süleymaniye”
dörtgeni için DAİMA SİYONİZMİN ABD ile yandaşı olan İngiltere
imparatorluğu, sözkonusu bölgeyi işgal etti.
Sinsice Kudüs yöresini “1948’de kurulacak olan” İsrail için
örgütlemeye ve ilk Yahudi göçmenleri oraya toplamaya başladı.

Petrolün değeri o zaman da çok iyi biliniyordu. İşgal ettiği Osmanlı
toprakları üzerinde “Arap aşiret şeyhlerine” göre SALTANATLAR
kurdurdu. Haşimi(Hişam) oğullarına ÜRDÜN’ü, Emeviye soyu olan
Suudilere (Toplam 12 Emevi kabilesinden en kalabalık olanı)
Arabistan’ı ve diğer “PETROL” hassas bölgelerine de (Birleşik Arap
Emirlikleri adıyla bilinen) sultanları atadı. Petrolü olmayan
bölgeleri (Aden/Hadramut, Yemen, Umman vb.) de diğer sultanlıklara
paylaştırdı.

Fransa’nın şiddetli itirazları üzerine ASIL IRAK’tan kopardığı
Suriye eyaletini ve Lübnan denen Hristiyan ağırlıklı devleti de bu
meyanda oluşturdu.


Cetveller kondu ve düzgün sınırlar çizildi. Arapların tamamı
Osmanlı ordusunu arkadan vurdu ve şehitlerin sayısı milyona ulaştı.
Ürdün ve Irak ile Suriye-Lübnan dörtlüsü “MÜSTAKBEL ARZI MEVUT İÇİNDE yer almak üzere kurulmuş, geçici devletlerdi. ZATEN
GEÇİCİLERDİR…

İngiliz müstemlekeciler sınırları oluştururken, uzanamadıkları
bölgelere doğru bilhassa “GOYİM” denen halkın geri ve miskin
olmalarından yararlanarak, Türk Misakı Millisini Lasuanne’a
götürmemek için “ŞEYH” isyanları tertiplediler.


Bu kuzeyli 17 kadar şeyhlerin tamamı KÜRT(Goyim) idi.
Bunların bir kısmını artık tanıyorsunuz (Yahudi Barzan’lar, Yahudi-
kurdo Saddam vb.Saddam Kürt ve Türkmenlere yapılan tüm
saldırılarında ASLA VE ASLA YAHUDİ MALLARINA DOKUNMAMIŞ ve onları BUGÜNE KADAR KORUMUŞ idi. Oysa onu Antisiyonist, İsrail düşmanı diye tanıyorsunuz )))


17 KÜRT (Goyim) Aşiret şeyhlikleri oluşturulurken, ana fikir tıpkı
güneydeki gibi SALTANAT devletçikleri kurmaktı. Bunların kimi açık
kimi de gizliydi (Tarafsız bölge devleti, İran’a bırakılon Şii Arap-
Khuzistan devleti vb.)


Bu 17 şeyhliklerden Üçü de Atatürk önderliğindeki TBMM hükümeti topraklarındaydı.


1. Kürt milliyetçiliği-ki şoven aşiretlerin şeyhleri- (Bugün
Hadep-Kadek, PKK vb. diye anlatılan devletçikler)


2. Kürt milliyetçiliği YANINDA SÜNNİ MEZHEB adı altında DİNSEL
MİLLİYETÇİLİK dümeni yaratıldı. (Şeyh Saidi Kürdi) Burada
amaç “KAFİR (!) MUSTAFA KEMAL’E ALTERNATİF DEVLET” idi.


3. Türklerden yandaş bulunması için “Şeyh Saidi Kürdi-2 veya
Saidi Nursi önderliğindeki SİNSİ ve UZUUUN HAREKET! Saidi Kürdi- Nursi’nin de diğerleri gibi ASIL AMACI, Kerkük ile
aramızda “İSYAN”ları meşrulaştırarak, Türkiye’den koparma
tiynetsizliğiydi.


Böylece üç hareketten birincisi başarılı oldu: Zap suyundan Celal
Talebani topraklarına kadar olan Misakı Milli toprakları “Irak”a
bırakıldı ve Kürt isyanları “MEŞRU” sayıldı. Bu belgeyle Lausanne’a
gidildi.


Buna rağmen Karabekir ve Çakmak ile yapılan kurmay
toplantıda “Kerkük’den vazgeçilmeyeceği” karara bağlandı.
Saidi Kürdi’nin Kürdistan ayaklanması bastırıldığında,
Türkiye’nin “Soykırımcı” olduğu da tescil edilmişti. Lausanne’da bu
gizli gündem veya gizli müeyyide kapalı kapılar arkasında Türk
heyetine dayatıldı.


Üstelik bundan sonraki KÜRT ŞEYHLERİNE iyi muamele yapılması ve
Türkiye BMM’sinde kendilerine “Milletvekilliği” hakkı verilmesi
şart koşuldu.


Atatürk mozayığımızı biliyordu. Kürt Said(Nursi)i meclise çağırdı.
Ama Kürt Said’in tavrı şuydu:


“Ben Kürdistan’ı TÜRK zındık cumhuriyeti içinde düşünmem bile…”
İngilizler ile işbirliği saptandı. (Karabekir anıları)
Tutuklandı. Ve tutuklandığı hücrede kendisine bugün “Nur Külliyatı”
diye bilinen ASLI KÜRT ŞEYHLERİNİN güdümündeki “Sözde alimlerin hazırladığı” risaletler (adları hiç değiştirilmeden Lem’a=Şualar
gibi) gönderildi.


Hitler’in Mein Kampf yapıtı da HAPİSHANEDE yazılmıştı.
Atatürk’ün NUTUK yapıtı da “Dolmabahçe’de hiç dışarı çıkmayarak
hazırladığı bir eserdir.


Aynısını Saidi Kürdi de yaptı.


Fakat bir iki özgün laf ve dipnot dışında tamamı BAŞKALARININ
eseridir. Risalei Nur BİR KOPYADIR ve edebi ya da bilimsel olarak
beş para etmez bir kopyadır.

Amacı KÜRT bilincindeki bir TARİKATTEN başka bir şey değildir.

Bu tarikat 8’e bölünmüştür ve bunların dördü günümüzde geçerlidir.


1. NEV ASYA (Yeni Asya, Yeni Anadolu) Tarikatı: Amacı İsrail
suyu olarak öngörülen MURAT/GAP havzasını KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ altında tutmak. Günü gelince GOYİM olmak üzere Büyük Arzı Mev’ud’a teslim etmek. Bu tarikata son 25 yıl itibariyle Türk alınmıştır. Ama aslı astarı ŞEYH MEHMET KUTLULAR’IN komutasında olmak üzere oluşturulmuştur.


2. NEV ASYA’nın eyaletlerinden biri olan ve ASIL KÜRDİSTAN
(ACZMENDİYE) ile birleşmek amacıyla kurulan ACZMENDİLİK denemesi de Saidi Kürdi’nin vasiyetindendir. Cübbesi, sarığı ve kalın sopasına kadar “KİTABINDA” sayılmıştır. Ancak beklenen patlamayı
yapamamıştır.


3. 1950’lerde ortaya çıkarılan SAİDİ KÜRDİLİK (Şimdiki adıyla
Süleymancılık) da bir TARİKATTIR ve Takıyyeyi doğru bulmadıkları
için TARİKAT olarak ortaya çıkmışlardır. Tüm dış istihbaratlar
bunları desteklemişlerdir. Ancak bu üçünün kitlelere yaygın
olamayışı yüzünden “Fethullahçılığı” kayda değer bulmuşlardır. Çünkü
Türklerin KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİ desteklemedikleri ortaya çıkmıştır.


4. Fethulahçılık başlangıçta “Abdullah Öcalan” gibi “Saf ve
bireysel gösterilmiştir. Fethullah Gülen de “Kürtçülükten rahatsız
olduğu” bahanesiyle diğer hempalarından ayrılmıştır.
Ancak Londra G Cemiyeti şu saptamalara yer vermiştir:


a- Türk ve Kürt etnikler geniş ölçüde birbirlerine
karışmışlardır. Kimi de melezdir veya yansızdır. Yanlı olanlar
arasında Kürt-Türk sorunu oluşturulması ve karşı karşıya
getirilmesi. (Apo’nun varlığının nedenidir)


b- Kürtlerin Türkiye’yi pasif asimile olarak ele geçirme planı:


Aa Türkiye’deki türk nüfusun “doğum kontrolüne özendirilmesine
karşın” Kürt nüfusun sınırsız artırılması için çalışmaların TC
hükümetlerine mas ettirilmesi.

Bb Gecekondu ve kaçak yapılar aracılığıyla Kürtlerin büyük kentlere
kaydırılması. Pilot bölge olan Diyarbakır başarılınca, bu kez
İstanbul’da yeni ve kalabalık ilçeler oluşturulması planına
geçilmiştir. Bugün İstanbul Dünyanın en büyük Kürt Kentidir. İkinci
olarak Diyarbakır ve Üçüncü olarak da Süleymaniye sıralarını
almışlardır.


Türkiye’de “Kürtlük” böylece tescil ettirilmiştir.

Cc Apo’dan önceki dönemde, bizzat Siyonizm güdümlü süper devletler
ve istihbaratlarınca büyük bir karapara akışıyla ve özellikle
SAHİLLERDEKİ ya da Turistik ve eğlence dinlence alanlarındaki tüm
ihalelere el altından para verilmiştir ve sahipleri kürt asıllı
olarak TESCİL edilmiştir.

Üç yanı deniz olan Türkiye’de istediğiniz yere gidiniz ve bir bardak çay içiniz. Biraz muhabbeti deşiniz “Arkada Kürt patronları” göreceksiniz. İstanbul’un göbeğindeki çaybahçeleri bile İSTİSNASIZ kürt karaparacılarının elindedir. Hatta Ülkücü Mafyası da kendilerinin ORTAKLARIDIR. Çünkü burada yapılan “Birlikte ORTAK uyuşturucu kaçakçılığıdır, menfaatler birleşmiştir” artık… (Tecrübe konuşuyor)

Dd-Türkiye’de KADROLARIN ele geçirilmesi taşaronu ise FETHULLAH GÜLEN’E verilmiştir. Tescilli Bilderberg üyesi yani İPEK CÜBBESİ ile Gülen, tüm idari kadroları (Vali, kaymakam, Emniyet Müdürlükleri, Hakimler vb.) ve stratejik zirveleri (Harb okulları, finans kuruluşları, basın-yayın vb.) eline geçirmek için “Masum Işık evlerinden başlayarak, dersaneciliğe, buradan da kolej ve Üniversitelere kadar büyük bir ağ oluşturmuştur. Amacı (Kendi ağzından naklediyorum: “Tedbir(Takıyye) ile 3 kuşak boyunca bu
kadroları yerleştirip, GİZLİ ŞERİAT İHTİLALİ yapmaktır.”

Fethullah Gülen “Bilderberg yemini” yaparken, kendisine sunulan TEK KİTAP olan TALMUD’dan başkasına yemin edemez. Sadece onların verdiği KAFTANI giyebilir.
Ve şimdi o BİLDERBERG yuvasındadır.

EN ALTTAN ÜSTE SİYONİST YAPILANMA:


1. Altta LİONSLAR (Mahalle komiteleri vb. Genç Leo (Lioness) kızlar ve genç Leon erkekler)


2. Bunun üstünde Rotaryenler.


3. Bunun üstünde Carbonary ve Masonnry (Farmasonlar)


4. Bunun üzerinde yani alttakilere emir verme yetkisine sahip
BİLDENBERG GROUP (Fethullah bunların içinde. Mason olacak kadar küçülmedi)


5. Siyonizm kuruluşları (Bunlar sadece Yahudilerdir. Diğer alt sınıflar ise "Yerli uşak"lardır. (Goyim)

Fethullah Gülen Siyonizmin bir alt kuruluşlarından olan
Bilderberg'in (Ecevit ve Yılmaz ile birlikte) üç YÜKSEK üyesinden biridir. ABD'ye ömürboyu transferi yapılmıştır.


Eğer Türkiye “Şii” devlet olsaydı, ÇOĞUNLUK gereği bu DİN TİCARETİNİ şia üzerine sergileyecekti. Çoğunluğa uyarak “Sünniliği” takıyye edinmiştir. Onun mezhepçiliği de sahtedir. Çünkü Şii
ülkelerde “Şiilik ağırlıklı özel okullar” kurmuştur. Hatta orada “genelde Sünniliğin tekelinde olduğu için ” o okullarda HADİS bile okutulmamaktadır.


Yatılı bölümlerdeki Atatürk büstü “Yüzüne tükürülmek” için
konmuştur. Atatürk’ün adı ise KÖR DECCAL’dir. Okullarındaki Türk bayrağının öteki adı ise “Defiu Haced bezidir” (Tuvalet kağıdı)


Bunları BİLE BİLE tüm hükümetler “OY POTANSİYELİ HESABI” tüm zamanlarda ve her partiden (DSP’li Hüsamettin Özkan’ı anımsayınız,
Baykal’ın kurmay listesindeki nurcuları ve DYP’nin Tantan gibi nurcularını anımsayınız)


Harbokulları için “Süpe minili degaje Nurcu sosyetik kızlar ve
mankenler eğitilmiştir. Amaç onları “Harbokulu öğrenci veya
mezunlarıyla evlendirmek”tir.


Matahariler bununla da kalmamıştır. Hiç evlenmemiş olduğunu iddia
eden tüm nurcuların zinacı zevk malzemesi olmuşlardır. (Kurmayların
imtiyazıdır bu, öğrencilere ise harem selamlık yaparlar)

***

Belçika Bilderberg ise kendine bağlı olan diğer Bilderberg'lere EMREDİYOR:

1. Fethullah Gülen'i HALİFE derecesinde ve türk seçimlerinde oy belirleyici güç yapmak için ardına kadar güç verilecektir. Fethullah Gülen'in BİLDERBERG'li olduğuna ilişkin ipekli Breech'ini (Hakim, savcı, Avukat, öğretim üyesi, öğrenci mezuniyet kıyafeti, eski Haham cübbesi olan) KAFTANINI giymesi davasına olan sadakatini ŞEKLEN gösterecektir. Bu muvacehe içinde adı anılan üyemiz, ABD yurttaşı olarak ihdas edilecektir." (Türkeş'in elindeki orijinallerden okuduklarımı naklediyorum. Bunlar şu anda Ya oğul Tuğrul ya da eşleri Seval'de olabilir. Türkeş "BUNLAR NE YAPMAK İSTİYORLAR?" diye sormuştu da

2. AYDIN DOĞAN'I ÖNEMLİ KILINIZ, arkasında KOÇ'un olduğu saklanmalıdır. (Türkeş IR zarfında üçüncü belge.)

3. YENİ ÜYEMİZ TURGUT&MESUT'u da...

4. (Dönemin) BAŞBAKAN(ı) Mr. Buelend Acevit'i (Böyle yazıyordu, ben yanlış yazmadım) Avrupa topluluğuna girmeye engel olması için ...............
(Bürokratik açmaz ve çıkmazlardanh oluşmuş 46 sayfa)
.......
(Türkiye İşbankası yönetim kurulu başkanı......
Murahhas üye Rachel (Roxanne, Rahşan)....

SONUÇ: Türkiye AB. girmedi ve şimdi de 20 yıl sonrda girmeyi
düşünüyor.

Ecevit, ileride, AB'nin Kıbrıs dolayısıyla Yunan üslerinden
Constantinopolis'e dek işgfal edileceğini de biliyordu.
Eğer AB'ye girseydi bu olmayacaktı. Ama girmemizi Ecevit engellemiştir ve Yunan ordusuna yani Batı Avrupa birliği kollektif ordusuna davetiye çıkarmıştır.

Siyasi boyutlar bir yana dursun, ekonomik boyutlar olarak da, KOÇ'un
(Sabancı o dönem zayıftı) tek ekonomik güç olması Türkiye'de
corporation biçiminde tekelleşmesi ve Dünya Ekonomi imparatorları
soydaşlarınız ile Chartelleşmesini kamufle etmek için, adları pek
duyulmayan, Gülen-Kutlular, Yılmaz Kardeşler ve adı hiç duyulmayan
AYDIN DOĞAN diye birine GÜÇ verdiği artık deşifredir.

(Bunun altında minik burjuvalar olan İhlas, Al Baraqa=Faisal Finance
vb. gibi sömürgecilere de destek vermiştir. SİNEKTEN YAĞ ÇIKARMAK bir türk değil, enternasyonal Yahudi özdeyişidir. Tevrat'taki adıyla Kralların memelerinden süt emmek!)

Yahudi elbette , uyuşturucu, porno, moda-marka, SİNEMA ve BASIN
endüstrilerini tekelleştirmiş ve kendi egemenliği altına sokmuştur.
CNN gibi CNN Milliyet'e franchaise verdi, logo sattı!
DEMİREL gibi AYLDIN DOĞAN da sadece bir gün içinde birden meşhur oldular.

Milliyet, Hürriyet vb. satın alındı. CNN Türk (İsme bakın isme! Bu kadar da Cartel belli edilmez ki! Pes doğrusu!)


Doğan Grubu daha bir çok gazete çıkardı.


 
 



 

 

 
  Bugün 1 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol